Sonsuz güzel öğütler alabileceğimiz tasavvuf ve edebin öğreticisi Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin her sözü kendi başına sosyolojik tespit , psikolojik olumlama, kişisel gelişim de doktrin niteliği taşıyan birer rehberdir.zaman zaman hikayeleriyle ve Mesnevi gibi büyük bir kültür hazinesiyle yararlandığımız bu önemli zatın oğlu Bahaeddin'e tavsiyeleri bugün bile uygulandıkça insanlığı arttıracak olumlamalar taşır ...
MEVLANA OĞLUNA DER Kİ:
“Bahaeddin!
Eğer daima cennette olmak istersen,
herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!
Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!
Merhem ve mum gibi ol!
İğne gibi olma!
Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,
Fena söyleyici!
Fena öğretici!
Fena düşünceli olma!
Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun..
İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.
Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun.
İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.
Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,
gül ve fesleğenlerle dolar.
Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar,
canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir..
Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar,
içlerindeki karakteri dışarı vurdular.
Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,
hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular.”
Mevlana oğluna der ki:
Bahaeddin!
Düşmanını sevmek, düşmanının da seni sevmesini istersen,
Kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur;
Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.
Hayatın kendisidir tüm romanlar da anlatılan. Ve bütün şarkılar bir parçayı anlatır melodik olarak. Şiirler zerreden bir miskali yaşatır .Kısaca dedikleri sözlerden uzun cümleler çıkar. Ümit Dünyası sizlere gururla sunar...
12 Mayıs 2015 Salı
9 Mart 2015 Pazartesi
BAZEN İNSANLAR SADECE UMUDUNUZU KIRAR VE FARKETMEZLER!
İnsanın yaşama umudu ile ilgili pek çok hikaye ,öykü,kişisel gelişim makalesi okumuşsunuzudr. Bence en anlamlılarından birini sizlerle paylaşmak istiyorum. Herkesin başaramazsın dediği nokta da yapılması gerekeni net bir şekilde ortaya koyan mini bir hikaye var sırada. Buyrun beraber okuyalım.
Bir kurbağa sürüsü yağmur sonrası ormanda zıplarken, içlerinden ikisi derin bir çukura düştü. Bütün kurbağalar derin çukurun etrafına toplandılar.Hepsi çaresizlikle aşağı baktı .Çünkü çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayarak çukur dışına çıkması mümkün görünmüyordu.
Bir kurbağa sürüsü yağmur sonrası ormanda zıplarken, içlerinden ikisi derin bir çukura düştü. Bütün kurbağalar derin çukurun etrafına toplandılar.Hepsi çaresizlikle aşağı baktı .Çünkü çukur bir hayli derindi ve arkadaşlarının zıplayarak çukur dışına çıkması mümkün görünmüyordu.
Çukur dışında ki kurbağalar,aşağıda çukurda kalan kurbağlara boşuna uğraşmamalarını söylediler.
- "Çukur çok derin, dışarı çıkmanız imkansız." Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hala boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olacağını söylüyorlardı.Olasılık ihtimallerindne konuşuyorlar sonuç hep ümitsi sözlerle bitiyordu. Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Çukurun dibine çöktü ve kader olarak gördüğü ölümün gelmesni beklemeye koyuldu. :Umutsuzdu çünkü umud edebilecke bir şey yoktu göründüğü kadarıyle. Öteki kurbağa ise hiç durmadan çabalamaya devam etti. Yukarıdaki kurbağalar ise , çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler. Onlara göre kabullenmeli ve kaderi olan ölümü beklemeliydi.
Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle ,ardından bir hamle daha yaptı ,bir hamle daha yaptı, en son kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı. Çünkü, bu kurbağanın kulakları sağırdı. Çukurdaki arkadaşını umutsuzluğa sürükleyen sözlerin hiç birini duymamış ve cesartini ,umudunu hiç kaybetmemişti. Böylece arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı. "Ümidini kaybetmiş bir insanın, başka kaybedecek bir şeyi yoktur"
- "Çukur çok derin, dışarı çıkmanız imkansız." Ancak, çukura düşen kurbağalar onların söylediklerine aldırmayıp çukurdan çıkmak için mücadeleye devam ettiler. Yukarıdakiler ise hala boşuna çırpınıp durmamalarını, ölümün onlar için kurtuluş olacağını söylüyorlardı.Olasılık ihtimallerindne konuşuyorlar sonuç hep ümitsi sözlerle bitiyordu. Sonunda kurbağalardan birisi söylenenlerden etkilendi ve mücadeleyi bıraktı. Çukurun dibine çöktü ve kader olarak gördüğü ölümün gelmesni beklemeye koyuldu. :Umutsuzdu çünkü umud edebilecke bir şey yoktu göründüğü kadarıyle. Öteki kurbağa ise hiç durmadan çabalamaya devam etti. Yukarıdaki kurbağalar ise , çırpınıp durarak daha çok acı çektiğini söylemeyi sürdürdüler. Onlara göre kabullenmeli ve kaderi olan ölümü beklemeliydi.
Ne var ki, çukurdaki kurbağa son bir hamle ,ardından bir hamle daha yaptı ,bir hamle daha yaptı, en son kez daha yükseğe sıçramayı başardı ve çukurdan çıktı. Çünkü, bu kurbağanın kulakları sağırdı. Çukurdaki arkadaşını umutsuzluğa sürükleyen sözlerin hiç birini duymamış ve cesartini ,umudunu hiç kaybetmemişti. Böylece arkadaşlarının ümit kırıcı sözlerine kulak asmamıştı. "Ümidini kaybetmiş bir insanın, başka kaybedecek bir şeyi yoktur"
Güzel Hayat Yaşamak İçin İpuçları
Geçen bir günün ardından yine öğrendiklerime yenileri katıldı .Hayat
mutlu olmaya dair dip notlarını el altından gönderme becerisine sahip
muhteşem bir mucize. Birkaç saate bitecek olan bu ve önce ki günler şunu
öğretti bana ;
-Bazen en yakınınızda ki insanlar hislerinizi,sıkıntılarınızı bilemez.Ne hissediyorsanız onu anlatın...
-Aklınızın yatmadığı ve sizi zorlayacak hiçbir duruma evet demeyin.HAYIR demek bazen en büyük kurtarıcıdır.
- Mutlu olmak için kimsenin hayatının düzene girmesini bekleme ...
- Salt olarak birey sensin ,en önemli olan da sensin!
-İnsanlar kendilerine lutfettiğin yaklaşımı hak ettikleri olarak algıladığın da bir adım geriye çekil ve uyar.
- Bazen insanlar tahammül edilmez olur buna bende dahilim o eşek saatler de kimseye yaklaşma.
- Düzen ;yaratıcı zeka, patlayan fikirler ve erdemlerin karşısında olabilir . Bazen sistemin hata mesajı verir. O anlar da özüne dönmek için olumlu düşünmek ve en haşmetli anılardan bir sunum anımsamak gerekir.
-Ve depresyon siz ona kapı araladığınız da kapınızı çalar. Vefasızlıkları, sıkıntıları, korkuları bırakın .Şimdinin , şu anın ve geri gelmeyecek olan dününüzün kıymetiyle anınızı kıymetlendirin.
-Her zorluğun kendine özgü bir yol güzergahı vardır. Ve bu yol güzergahları sizlerin sıradanlaşmamış yanlarınızı ,sıralı düşünme alışkanlığı kazanmamış yaratıcı yanlarınızı tetiklediği sürece kıymetlidir.Zorlukları sizi itekleyen güçlere dönüştürüdüğünüz sürece sorunları aşma beceriniz artar.
-Kaktüsler susuz kaldığında yaşama becerisi gösteren ve gelişen bitkilerdir. Hayata bir kaktüs gibi tutunurken en dikenli zamanlarınız da sevdiklerinizden uzak durun...
Gerisinde dipnotlarımı sonra ki bir zaman yazılmak üzere beynime hapsediyor ve bırakıyorum.Biliyorum ki amnezik düşünme sistemim nasıl olsa bunları unutacak .Ve ben yine içimde ki hümanist yanımı kamuflaj olarak kullanıp kendimi kandıracağım.
-Bazen en yakınınızda ki insanlar hislerinizi,sıkıntılarınızı bilemez.Ne hissediyorsanız onu anlatın...
-Aklınızın yatmadığı ve sizi zorlayacak hiçbir duruma evet demeyin.HAYIR demek bazen en büyük kurtarıcıdır.
- Mutlu olmak için kimsenin hayatının düzene girmesini bekleme ...
- Salt olarak birey sensin ,en önemli olan da sensin!
-İnsanlar kendilerine lutfettiğin yaklaşımı hak ettikleri olarak algıladığın da bir adım geriye çekil ve uyar.
- Bazen insanlar tahammül edilmez olur buna bende dahilim o eşek saatler de kimseye yaklaşma.
- Düzen ;yaratıcı zeka, patlayan fikirler ve erdemlerin karşısında olabilir . Bazen sistemin hata mesajı verir. O anlar da özüne dönmek için olumlu düşünmek ve en haşmetli anılardan bir sunum anımsamak gerekir.
-Ve depresyon siz ona kapı araladığınız da kapınızı çalar. Vefasızlıkları, sıkıntıları, korkuları bırakın .Şimdinin , şu anın ve geri gelmeyecek olan dününüzün kıymetiyle anınızı kıymetlendirin.
-Her zorluğun kendine özgü bir yol güzergahı vardır. Ve bu yol güzergahları sizlerin sıradanlaşmamış yanlarınızı ,sıralı düşünme alışkanlığı kazanmamış yaratıcı yanlarınızı tetiklediği sürece kıymetlidir.Zorlukları sizi itekleyen güçlere dönüştürüdüğünüz sürece sorunları aşma beceriniz artar.
-Kaktüsler susuz kaldığında yaşama becerisi gösteren ve gelişen bitkilerdir. Hayata bir kaktüs gibi tutunurken en dikenli zamanlarınız da sevdiklerinizden uzak durun...
Gerisinde dipnotlarımı sonra ki bir zaman yazılmak üzere beynime hapsediyor ve bırakıyorum.Biliyorum ki amnezik düşünme sistemim nasıl olsa bunları unutacak .Ve ben yine içimde ki hümanist yanımı kamuflaj olarak kullanıp kendimi kandıracağım.
14 Aralık 2014 Pazar
DOSTLUK VE TENKİT
Tenkit edilmek aksi söylense bile her zaman gurur inciten ,içsel sorgulamalara dönüşen bir savunma hali yaratır. Kişi ya kendiyle çıkmaza girecektir ya da tenkit edenin varlığını reddedecektir. Dolayısıyle benzer durumların hepsin de egosal savaşlar ve ruhi yıkılmalar yalnızlığı beraberin de getirir. Olası her durum için tenkit yaklaşımı kurmak yerine empati yapmak ve algı açmaya çalışmak daha doğru yaklaşım şeklidir. Unutmayın acizler eleştirir ve suçlu arar....
Benjamin Franklin başarılı ilişkiler kurmasının sırrını soranlara şu cevabı vermiştir. "Her değersiz adam, durmadan tenkit eder. Durmadan şikâyet eder. Durmadan suçlar. Ben hiç kimsenin kusurundan, kötülüğünden bahsetmedim. Herkesin iyi tarafları vardır. Ben hep o iyi tarafları anlattım. Benim başarımın en önemli sırrı budur."
Ya sizin başarınızın sırrı ne?
23 Ekim 2014 Perşembe
Kişiliği Güçlü Çocuk Nasıl Yetişir
Doğan Cüceloğlu'n dan mutlaka okumanızı istediğimiz bir hikaye var.Muhtemelen otobiyografik bir yazı olmalı.Fakat içerikte ki mesaj çokluğu aslında ananevi göreneklerle yetişme ve çocuklarımızı yetiştirmeye çalışırken eksikliklerimizi hiç hesaplamadan devam etmemiz adına önemli anektodlar içeriyor. Aile denen kuruma yönelik algılarımız ne kadar sağlıklı ,ya da bizler de aslında sadece gördüğümüzü mü yazıyoruz .Buyrun birlikte göz atalım...
Kaliforniya’da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım:
Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı.
Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
‘Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
‘Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini
‘Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’ Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, ‘O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim’ dedi.
O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, ‘Sen benim kahramanımsın’ duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
Nasıl yani?’ dedim.
‘Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.’
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ‘ayı’ olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.
Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm?
Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.
Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. ‘Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,’ dedi ve iki gün sonra, ‘Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,’dedi.
Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.
Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, ‘O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,’ dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’tensabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi.
Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.
Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’u torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. ‘Evet’ yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. ‘Evet, biz böyle biliyoruz.
Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz’, dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a ‘Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!’ dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, ‘Tabii, onlar küçük insanlar!’ yanıtını verdi.
Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.
O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.
Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14′te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, biz durumu şöyle açıkladı:
‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.
Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: ‘Baban seninle randevulaşır mıydı?’
‘Evet’, dedi, ‘yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi.
Ve ilave etti, ‘Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!’. Gülümseyerek,
‘Nereden biliyorsun?’ diye sordum.
‘Biz Frank’le konuştuk’ diye cevap verdi. Yine içim cız etti.
Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.
Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı.
Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.
Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne yapabilirim?’ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir.
Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği aile de, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.
Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur.
Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, var oluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.
Yazan: Doğan Cüceloğlu
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)