14 Aralık 2014 Pazar

DOSTLUK VE TENKİT

        Kişisel gelişim alanın da hepimizin öğrenmesi, tecrübe etmesi gereken  o kadar çok detay var ki. Bunlardan en önemlisi hayatın uzun bir yolculuk olduğu fikrinden hareketle  dost kazanmak. Bir yolculuktasınız bazen sohbet edecek, bazen birlikte yemek yiyecek, bazen birkaç sıcak çayı sohbetle yudumlayacak yol arkadaşlarına ihtiyacımız var. Yol arkadaşlıkları zordur ve zahmetlidir , bu zahmetin yükünden olsa gerek ki ; çoğumuz yolculuğun başında olmasa da mutlak bir yerlerinde yalnız devam ederiz. Bazen maddi kaygılarla  ama genellikle yaklaşımsal yanlışlarımızla insanlarla dostluk  köprülerimizi yıkarız. Bu durumların genelinde ki yanlışımız ise insanları tenkit etmemizdir.

           Tenkit edilmek aksi söylense bile her zaman gurur inciten ,içsel sorgulamalara dönüşen bir savunma hali yaratır. Kişi ya kendiyle çıkmaza girecektir ya da tenkit edenin varlığını reddedecektir. Dolayısıyle  benzer durumların hepsin de egosal savaşlar ve ruhi yıkılmalar yalnızlığı beraberin de getirir. Olası her durum için tenkit yaklaşımı kurmak yerine empati yapmak ve algı açmaya çalışmak daha doğru yaklaşım şeklidir. Unutmayın acizler eleştirir ve suçlu arar....


Benjamin Franklin  başarılı ilişkiler kurmasının sırrını soranlara şu cevabı vermiştir. "Her değersiz adam, durmadan tenkit eder. Durmadan şikâyet eder. Durmadan suçlar. Ben hiç kimsenin kusurundan, kötülüğünden bahsetmedim. Herkesin iyi tarafları vardır. Ben hep o iyi tarafları anlattım. Benim başarımın en önemli sırrı budur."

           Ya sizin başarınızın sırrı ne?

23 Ekim 2014 Perşembe

Kişiliği Güçlü Çocuk Nasıl Yetişir


Doğan Cüceloğlu'n dan mutlaka okumanızı istediğimiz bir hikaye var.Muhtemelen otobiyografik bir yazı olmalı.Fakat içerikte ki mesaj çokluğu aslında ananevi göreneklerle yetişme ve çocuklarımızı yetiştirmeye çalışırken eksikliklerimizi hiç hesaplamadan devam etmemiz adına önemli anektodlar içeriyor. Aile denen kuruma yönelik algılarımız ne kadar sağlıklı ,ya da bizler de aslında sadece gördüğümüzü mü yazıyoruz .Buyrun birlikte göz atalım...

Kaliforniya’da Long Beach şehrindeki Eyalet Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders verirken, aynı sömestrde benim iki dersimi alan bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı. Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım:
Her şeyden önce çok güzel bir kızdı; gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu. İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi; bütün sınav ve ödevlerde en yüksek notu o alıyordu. Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı.

Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ düşüncesi oldu. Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın bana tanıştırdığı erkek, yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu biriydi.
Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok; başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.
Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu? Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
‘Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?
‘Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini
‘Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?
Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’ Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, ‘O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim’ dedi.

O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, ‘Sen benim kahramanımsın’ duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.
Nasıl yani?’ dedim.

‘Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.’
Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu ‘ayı’ olarak görüyordum. İçimdeki pislikten utandım. Bir süre sonra Sally’nin içinde yetiştiği aile ortamını merak etmeye başladım.

Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden, ‘Armudun iyisini ayılar yer’ diye düşündüm?
Çünkü ben, içinde yetiştiğim ortamda sık, sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm. İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse, Sally’nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.
Birkaç hafta sonra Sally’e, ailesinin nerede oturduğunu sordum. Los Angeles’in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış. Onun ailesiyle tanışmak istediğimi, bunu mümkün olup olamayacağını sordum. ‘Kendilerine bir sorayım, eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir,’ dedi ve iki gün sonra, ‘Ailemle konuştum; sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler,’dedi.
Dört-beş hafta sonra San Francisco’ya gidecektim, Sally’nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi, onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.

Bu planımı Sally’e söylediğimde Sally, ‘O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz,’ dedi. Ailesine haber verdi. Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler. Long Beach’tensabahın altısında yola çıktık ve dokuz buçuk civarında Sally’nin ağabeyi Brian’ın evine vardık. Sally’nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş. Çok güleryüzlü bir aileydi.
Brian’ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güler yüzlü sıcak ailede, iki olay gerçekten dikkatimi çekti. Bunlardan ilki, Sally’nin babası George’u torunlarıyla konuşurken onların göz hizalarına inmesiydi. Bunu o kadar doğal yapıyordu ki, artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi. Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. ‘Evet’ yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. ‘Evet, biz böyle biliyoruz.
Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz’, dedi. Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim. Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George’a ‘Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!’ dedim. Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek, ‘Tabii, onlar küçük insanlar!’ yanıtını verdi.
Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki ‘Bu kadar doğal bir şey ki, herhalde bunu herkes yapıyordur; sen yapmıyor musun?’ diyordu.

O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.

Bu güler yüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay, Sally’nin ağabeyi Brian’ın davranışı oldu. Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan, oldukça varlıklı biriydi. Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden, arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu. Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve Brian bir süre telefonla konuştu. Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles’ta imiş, kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14′te gelmek istiyormuş. Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian, biz durumu şöyle açıkladı:
‘Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat baş başa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.

Brian’ın yaşam vizyonunu sormadım, ama davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu. Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi. Brian’ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu, bir ‘keşke’ olmayacak.
Sally’e sordum: ‘Baban seninle randevulaşır mıydı?’

‘Evet’, dedi, ‘yalnız benimle değil, her çocuğuyla sırasıyla baş başa zaman geçirirdi.
Ve ilave etti, ‘Biz böyle gördük, böyle biliyoruz. Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!’. Gülümseyerek,
‘Nereden biliyorsun?’ diye sordum.

‘Biz Frank’le konuştuk’ diye cevap verdi. Yine içim cız etti.
Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.

Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı.

Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.

Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca, ‘bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim. İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar, verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları, ‘Ne yapabilirim?’ sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir.
Sally’nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum. Sally, içinde yetiştiği aile de, var oluşun beş boyutunu da doya, doya yaşayabilmişti. Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye layıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir.

Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye layık biriyim!’ diye yoğrulur.

Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras, var oluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN’dır.

Yazan: Doğan Cüceloğlu

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Tartışma Anların da İnsan Profillerine Göre Yaklaşım

   İnsan haddini bilmedikten sonra pek çok şey bilmek birşeye yaramaz. Suskunluk kimseyi yanıltmasın; çünkü susanlar konuşursa kimse gerçeğin ve söylenmeyenlerin ağırlığını kaldıramaz .
Sükutun altın olduğu düsturundan hareket edenler kalp kırmamak üzerine meylederler. Sözlerin de pervasız ve düstursuzlar ise ; ağızlarına geleni akıl süzgecinin imbiğinden geçirmeden çok rahat söylerler .Herhangi bir durumda bir tartışma ortamın da kalırsanız karşınızda ki insanın ,

-Kalbiyle mi ?
-Beyni ile mi ?
-Dengesizliği ile mi ?


Konuştuğuna dikkat edin !

Eğer karşınızda ki kişi hissettiklerini söylüyorsa ve sevgisini ,saygısını hissettiriyorsa ; samimi bir insandır .Muhtemelen size gönlünde olası bir kırgınlık çekiyordur .Ne anlatmak istediğini iyi dinleyin ,anlamaya çalışın ,yanlış anladığı bir husu varsa düzeltip rahatlamasını sağlayın.Tartışma büyümeden sonuçlanacaktır. O'na güvenin ,.

Beyni ile konuşan insanlar mantık duygusuyla hareket ettikleri için onlara abes gelen bir sıralı düşünme biçimi tersliği vardır. Kafasında oluşturduğu yargının ters giden tarafını düzeltmek için konuşur. Anlatmaya ,anlaşılmaya dair çabaları vardır. Olayların mantıksızlığını göstermeye dair iletişim kurma eylemi içindedirler. İzahatlar son derece önemlidir.Kızsanız bile samimiyetinizi belli edip teşekkür edin ve açıklayın .Tartışma alevi aniden sönecektir.O'nu dinleyin...

Dengesizliği sebebiyle konuşan insan boş teneke gibidir .Sadece eleştirmek üzerine odaklanır. Kendisi eleştiriye olumlu olduğu sürece tahammül edebilir.Dolayısıyle her söyleyeceğiniz onun tuzakçı dinleme biçimine takılacaktır. Sürekli olarak cümlelerinizden cımbızlama yapacak sebep - sonuç ilişkisinden uzak, genel konuşmaya değil kelimelere takılacaktır. Bilgi karşısında yenilmeye mahkum olacağı için de hakaret edecektir. Bu konuşmaların olacağını hissettiğiniz anda konuşmayı terk edin ,muhattap olmayın .Özet O'nu dinlemeyin.

Ne yazık ki gündelik yaşam içerisin de tuzakçı dinleme yapan 3. örnekte ki boş teneke sayısı olması gerekenden çok fazla.Bu sebeple insani ilişkilerimiz ,sosyal ve beşeri münasebetlerimiz içerisin de boş tenekelerle tartışmak yerine muhattaplıklarımızı en alt seviye de tutmaya çalışmalıyız.Bu bizi olası sinir harplerinden koruyacaktır.
İletişebilmenin güzelliği adına HAYAT GÜZELDİR....
Ümit ÖNCÜ
27 Ağustos 2014

14 Haziran 2014 Cumartesi

YALNIZCA SENİ SEVDİM



Sana söylemiştim, tüm türkülerimi yürüdüğüm yollarda..
Sana söylemiştim ,aşkımın en acıklı şarkılarını her gece.
Gidiyorum şimdi senden ,
Düşmüş omuzlarımda hüznümün yükü,
Harabeye dönmüş bir tersane gibi …


Yalnızlığımın martı çığlıkların da yankılanan aksini de alıp gidiyorum.
Ağlama  gözlerim ;
Sevmek de neymiş ?
Aşkıyla ölmekte  neymiş?
Unut yüreğim, içini kanatan herşeyi...
Bir zalimin yüreğin de kalmak da neymiş
Söyleme yüreğim…
Ağladım,söz verdiğim halde susmadan ağladım.
Günümün her anında.
Aklımdan çıkaramadığım için çıldırdığım her an da.
Sahipsiz kaldı kalbim.
Dua ettim ve yine sensizliği diledim…
Söylemedim söz verdim ,
Acıttı mı hissetmedim dedim.
Asırlık bir çınar gibi dik durmaya çalıştım
Lakin yıkıldım sanırım…
Evim, neş’em,sevincim ve fikrim.
Gurura esir olup sevmem dedim.
Seni unutmak isterken göze geldim …
 
Ey benim kanayan göz nurum ,
Nasıl zalim bakışlarla vurdun beni ciğerlerimden...
Nasıl yıktın kıymadan gençliğime..
Harab oldum ,
Sitemlerimin çarpan feryatlarında savruldum .
İncitmedim fikrini, sadece ; seni sevdim...(üMiT)

6 Haziran 2014 Cuma

Ben Seni Terk Etmedim ki!



        Mesaisi bitmesine rağmen yerinden doğrulamıyor,kalkamıyordu masasından .Gitmek istemiyordu besbelli evine..İçi bir tuhaftı.Eve gidecekti gitmesine ama karısı daha kapıdan girmeden başlayacaktı şikayetlenmeye.Artık dayanamıyordu hergün hergün aynı ızdıraba..Bu karmaşık duygularla pardesüsünü sırtına alıp arabasına yöneldi.Aracı hareket ettirdiğinde istiyordu ki yol uzasın,eve daha geç gitsin..Yol yine aynıydı bu kadar derin düşünürken eve geldiğini bile fark etmemişti.Daha evin kapısına yaklaşmıştı ki karısının söylenmelerini duydu .Çaresiz anahtarını cebinden çıkardı evine girdi.Kapıdan girmesiyle kadın direkt ona söylenmeye başladı...


--- ''Ooooo, beyimiz eve de gelirmiş.Tabi burada hizmetçiniz var nasıl olsa...''


Adam şöyle bi durup baktı evlendiğim kadın bu olamaz dedi için için..

Kadın ekledi ardı sıra ;

---''Bıktım senden de ,sünepe babandan da.Ben hizmetçimiyim size gençliğimi harcayamam. Ne yaparsan yap bu akşam çözüme kavuştur bu meseleyi.Bıktım artık bıktım anlıyormusun ''dedi.


Adam karısını o kadar çok seviyordu ki ve artık mücadele etmekten yorulmuştu..Bu akşam bi çözüme kavuşturayım dedi.Yemek bile yemeden dağevinin anahtarlarını aldı cebine koydu.Sonra yiyecek bişeyler koydu bir poşete.Bir bavulun içine üç beş kazak( istiyordu ki babası üşümesin).Babasının odasına girdi o ihtiyar sevimli adama baktı sarıldı boynuna .Babasıda kaderini biliyordu:



---''Üzülme yavrum'' dedi. ''Hadi gidelim''...


Babasını alıp arabaya yerleştirirken genç adamın peşine küçük çocuğuda takıldı...Tutturdu bende geleceğim diye.Adam çaresiz çocuğuda bindirdi arabaya.Uzunca geçen yolculuktan sonra dik yokuşlardan dağevine ulaştılar .Genç adam artık gözlerini hiç tutamaz olmuştu.Bir yanda kendisini büyüten yetiştiren babası,diğer yanda çocuğunun annesi seçim yapamasa da mecbur kalıyordu eşini seçmeye..İçi dışını yakıyor gözleri bir nehir,bir çağlayan gibi akıyordu...Dayanamadı daha fazla kontrollu hislerine babasını arabadan indirmeden öyle bir sarıldı ki ihtiyar adam soluksuz kaldı bir an gülümsedi oğluna;

---''Üzülme yavrum '' dedi. ''Üzülme'' ...

Genç adam babasının eşyalarını dağevinin soğuk odasına bıraktı..İhtiyar yerleşti bi yatağa.Gayet sakindi ve tebessümlü.Şömineyi yaktı oğlu gözleri dola dola.Yarın kim yakacaktı şömineyi? Aklına geldikçe ağladı..İşini çabucak bitirdi yüreği dayanmıyordu bu yaptığına .Babasının boynuna sarıldı ağlayarak:


---''Affet beni baba affet'' dedi.

Doya doya öptü babasının yüzünü ama doyamıyordu..Ağlayarak bindi arabasına.Gittiği yolu göremiyordu gözleri..Nasıl bir zalimlikti yaptığı farkında değildi henüz.O soğuk havada üstelik iki gün sonra yiyeceği bitince öleceğini bile bile babasını dağ evine atmanın vicdanı ızdırabına giriyordu yavaş yavaş.Sonra irkildi birden genç adamın çocuğu ısrarla koluna vuruyordu:

----''Dur baba dur'' dedi çocuk..

Adam şaşırdı ;

----''Ne oldu yavrum ''  dedi şaşırarak


Çocuk işte o anda babasının beynine balyoz gibi inecek sözleri söyledi :


---- ''Geri dön baba ben yolu göremedim.Yarın yaşlanırsan ben seni atmak için burayı nasıl bulacağım.Sen büyükbabamı attın ya bende seni,annemi atarken yolumu kaybederim. ''


Genç adamın ömründen ömür gitti o anda .Nasıl bir gaflet içinde olduğunu anladı.Küçücük çocuğu ilerde kendisini buraya getirip terk etmeyi düşünüyordu.Ve bunun normal bişey olduğunu zannediyordu. Tövbelerin kapısından medet umdu tövbe etti.Hemen geri döndü.Koşa koşa girdi dağ evine .Babasının eline sarıldı öptü sanki yıllardır görmemiş gibi..



--- ''Hata yaptım affet baba ''dedi.


İhtiyar adam yine tebessüm ederek cevap verdi oğluna.


--- ''Senin beni burada üstelik bu soğukta aç bitap bırakıp gideceğine bir an bile ihtimal vermedim.Senden bir saniye olsun şüphe etmedim.Bu yüzden de hep rahattım.Çünkü ben senin boğazından haram lokma geçirmedim.Ve kendime şunu söyledim ben babamı getirip dağ başına atmamıştım ki oğlumda beni atsın.....''



Belki yar, yaren ,eş ve çocukta bulunur.Ama insanın hayatta bir tane ve bir kez ana - babası olur...Lütfen ,sizde ileri de  ebeveyn olacağınızı düşünerek annenize babanıza şefkatle  yaklaşın...(üMiT)

20 Mayıs 2014 Salı

KAF DAĞINI BULMAK

       Neden hüzün bu kadar tatlı acıtıyor içimizde ki sızlayan bir yeri .Ruhumuz geçmişin o unutulmayan anlarından kaçtıkça ; böyle mi yürek yangısına dönüşüyor hislerimizin gölgesi. Gözyaşlarıyla ıslamak kirpiklerimizin kaderi mi ki her hatırladığımız da ortak acıların bazı anları boğazımız da düğümlenen bir şeylere dönüşüyor.

      Sonraları hep aldırış etmezcesine uzaklaşılan anı mutsuzluğunun zamanla yarışı oluyor. Çiçekler büyür oysa ,yapraklar sonra sararır. Ömür bir yaprak misali sararıp bitecekken ,üç günlük dünya derdine koşturup kalp kırıp, incitip , dertle sarmalanmış ruhlarımızla kalıyoruz.

     Yalnızlaşıyoruz ,yalnızlaştırıyoruz, seviyoruz küfrediyoruz, eziyoruz, ezilirken saygı görmek için didiniyoruz. Boşluk öylesine büyüyor ki içimiz de ne yönümüzü ne dengemizi bulamıyoruz. Sonra ince bardakta ki demli çayın buğusundan dalıyoruz anıların gölgesine.Sonra yalnızlaştırıyor hayat ve sonrası hep aynı.Kırılmış kalpler ,boşluğa düşen beklentiler, gelmesini hayal ettiğimiz geçmiş ,ölmüş yakınlarımız. Hüzün müptelası oldukça kırılganlaşan yüreğimizi hergün toparlamak adına mücadeleler ,yeni kararlar. Yastığa koyduğun da başını alamadığın uykuları getirmeyen derin hesaplaşmalar.Gün içini iğdiş edip yeniden yeniden kendimizi aklıyoruz beynimiz de . Sabah yorgun gözler şekilsiz ve asık bir surat ve '' hala yaşıyorum ölemiyorum '' diyen iç sesimizle tam teşekküllü bir kavga .Oysa çocukluk düşlerimizde ki Kaf dağını bulmaya ramak kalmıştı anılar da olmasa...

29 Nisan 2014 Salı

ALLAH VAR DERT YOK

Ey gökyüzünün ve yeryüzünün ,varlığın ve yokluğun sahibi .Dualarım yalnız sana ,sitemlerim yalnız sana ...

Bilirim ki bana benden yakın olansın .Sabrı emrettiğin halde sabretmeyi unuttuğum zamanlar da bile bana sabrettin. 99 ismin dışında herşeyi zikrettiğimde gücenmedin ,varlık denizin de yüzerken şükretmeyi unuttuğumda küsmedin yokluk denizin de boğulurken gönderdiğin can simidi gibi dostlarla varlığımı ihya ettin .Çirkin varlıklarıyla türlü pislik insan, hayat dengemi altüst ettiğin de düştüğüm her karanlıkta önümü görmem için bana bana bir ışık ve yön veren insanlar bahşettin .En umulmadık anlar ve yerler de karşıma aynı ve farklı dinden insanları çıkardın hepsi aynı şeyi söyledi ..''ALLAH VAR DERT YOK'' .

Sen varsın ve biliyorum ki en yalnız zamanlarımda senin huzurun da döktüğüm gözyaşlarını hak edensin. Tövbelerimden tövbe ettiğim de ve her defasında kusurumla sana sığındığımda dertlerimi omzumdan elbise gibi çıkaran Rabbim sana Hamd-ü senalar olsun. Diliyorum ve istiyorum ki türlü oyunla gözü kalbi bağlanmış dost ve düşmanlarımı hidayet kapının rahmetine eriştir . Onları şefkatinle sar Şafii ismin hürmetine yaralarını onar. Rezzak isminle rızıklarını arttır tüm darda olanların. Emrine şükürler olsun, verdiğin dostlar ve karşıma çıkardığın temiz yürekli insanlar için de hamdım sanadır ...



19 Nisan 2014 Cumartesi

DERTSİZ İNSAN YOKTUR

         Dert biter mi diye diye yaşarken kendine hiç sorma ! Derdin bittiği görülmüş mü? Yol bitmş, yön bitmiş, aşk bitmişde derdi biten bulunmamış bu fanilikte dünya da.Her ahmak bir başkasını dertsiz sanır. Oysa dertsiz kul yoktur bu cihan da. Büyüğün büyüdükçe ödediği bedellerin derdi , küçüğün  küçüldükçe büyüyen dertleri vardır. Ahmaklar hep başkasını dertsiz sandığındna beri ,bu kez de Allah'ın tek dertli kulu benim diye dertlenirler. Sanma bu alem de  rahat,huzur ve sükun içinde mutluluğu satın almış gibi tepe tepe kullananlar var. Kimse dertsiz kalamaz unutma.
     
        Dert insanın gönlünü pişirir mayasız bir çörek gibi. Dünyalıktan hevesini kırar gözünün açlığını siler. Erkek adamın saçına aklar gözüne gizlenmiş acılar yerleştirir. Kadın kısmı  kocar dertlendikçe olduğundan yaşlı gösterir. Acıya çok tahammül eden insanlarda tecrübe birikir. Bilirler ki herşey geçicidir ,her şey fanidir. Öyle ise elde kalmayacaklar için bu çırpınış niye? Bu debelenme hangi gerekçeyle?

         Ev al ,araba al,arsa al,al babam al...Nereye götüreceksin  ?
      
        Bu sebepledir ki acıya tahammül etmeyi keşfeden insanlar dertlenip kara kara düşünmezler .Her zorluğun altından kalkabilecek iradi gücü içlerin de yaratırlar. Bu durumlarının , dertlerin geçip geriye sadece zihinde anlardan parçalar olarak kalabileceğini bilirler. İnsanlar kendileriyle ilgili önemli kararlar verecekken bu sebepledir ki dertli , kederli , tasavvurlarının zayıfladığı anlar da hayati karar vermekten kaçınmalıdır. Çünkü bilinçaltın da bir mekanizma vardır ki kişi, bazen kendini batırmak için umursuzca çabalar. Sağlıklı düşünce geliştirdiği zamanlarda ki yaklaşım yerine bile bile lades der.
      
        Dertlendiğiniz de hatırlayın ki herşey geçecek ve sadece siz kalacaksınız. Kalıcı olan önemlidir. Öyleyse dertlenmeyelim ,derde düşüncede kaçınmadan yüzleşelim kendimizle. İşte bu açıdan bakışla  çözüm başlar...
         

14 Nisan 2014 Pazartesi

Hayat Beni Hiç Güldürecek Kadar Umutla Yaklaşmadı…




İçimi çekip ağlamak istediğim binlerce vakit oldu ömrüm boyunca.Göğüsümde darlanan nefesim ,boğularak ve titreyerek çıkan sesim , gözlerimin yanan yuvaları ve  yüzümü kapamak için mütemadiyen hazır da bekleyen ellerim vardı hep. Ağlamadım ağlayamadım…

Hani erkek olmanın demidir ya ,’’erkek adam ağlar mı?’’ diye  diye ağlamamaya alıştırdılar bizleri. Çocukken bile ‘’neden ağlıyorsun ? ‘’ diyemeyen insanların arasında büyümüştük. O zamandan miras kalan saklı duygular bu anlattıklarım. ‘’Ağlama sussss ağlama ‘’telkinleri ve gittikçe katılaşan bir yüreğin buz gibi tepkisiz yaklaşımları. Oysa ben ,senin dertlerini bile dinlesem ağlayacak kadar sulugözlüyüm!

Yaşlandıkça  yada hayat denen boş meşgalenin aslını gördükçe şunu öğrendim ki kimse mutlu değil! Ya hepimiz gizli ,çok iyi tiyatrocularız ya da zorluyoruz habire mutlu olmak adına sürencemeler de. Mutluluk ironik bir şey .Kişisel algılara göre değişebilecek kavramların toplamı. Mutlu olmaya çalıştıkça en derinden dah çok mutsuz olmayı öğreniyor,daha çok mutsuzluğumuzu hissediyoruz.

Bulgur pilavı ve kuru soğanlı fakirlik günlerimizin özlemini çekiyoruz.Herkezin dilin de aynı edebiyat kitabından çıkmış şekilde söylenen ‘’ fakirdik ama mutluyduk ‘’  sözünün midemi bulandıran imgeleri aklımı kaçırtıyor. Fakirken ben hiç mutlu değildim, gayet iyi biliyorum. Bunu hatırlayamayacak kadar alıkta değilim .Fakirdik ! ama  umutluyduk doğru önerme olabilir. O umutları kaybettikçe yalnızlaştık .Gördükçe görgüsüz olduk, çoğaldıkça azımsar olduk .Oysa umutlarımız bizi mütevazi ,efendi ,terbiyeli yapmıyormuydu? Umutlarımızı kaybettik kirli hayat yokuşun da bir yerde .Sonra  umutlarının mutluluğunu yaşayan başkalarını gördükçe kıskandık. Gördükçe mutlu insanları içimizde ki öküz olmaya öykünen kurbağa ortaya çıktı .

Mutluluk 8 harften ibaretti , Çok harfi yanyana getirdik 29 harfin tamamını öğrendik .Fayda etmedi bu 8 harfi bulmamıza. Param olsa mutluyum dedik.Çocuğum olsa,evim olsa,arabam olsa,işim olsa….Sonu şartlı önerme olan –sa ile biten onlarca kelimeyi yaşamış insanları görmeyi hiç beceremedik…

Ağlamak istiyorum  , mutsuzum çünkü. Sirayet etti karanlık ruhlardan bahtıma huzursuz umutsuzluk. Mutsuzum param olmadığından, evim olmadığından, arabam olmadığından değil…Umutlarımı kaybettiğim için mutsuzum.  Şen kahkahalarla kendimizi kandırırken biz hep mutsuzduk.Ağlamaya müsait yanımız hep hazırdı. Lakin ağlamaya utandık  yada düşman sevinmesin lafını  düstur belledik. Bekledik hayat ırmağının sonsuz akışını. Lakin zaman
bir tek ham meyvayı olgunlaştırıyordu .Yüreğimiz de hamdı acılarımızın yıkan çaresizliği karşısında. Palyaçoyu oynadık içimize sicim gibi akan yaşlarla ağladık.